Köklerini yelpaze gibi dört bir yana salan ormanlarımız alev alev yandı; cennet ülkemizin her köşesini dumanlar kararttı. Doğanın güzelliği, canlarımız, biz izlerken kül oldu. Bilerek ya da bilmeyerek sebep olduğumuz bu yangınlar ciğerlerimizi de yaktı.
Bir ormanın yanışı, sadece ağaçların yanışı değildir. Toprağın bağrında yıllar boyunca büyüyen bir hayatın, ormana yuva yapmış birçok canlının sessiz çığlığıdır. Duman yükselirken kaybolan sadece orman değil, çocuklarımıza bırakacağımız nefes, gölge ve umut da kül oluyor.
Her yaz bu çaresizlik manzarasına tanık olmaktan bıkmadık mı? Alevlerin önünde çaresiz kalan köylüler, dumanın içinde mücadele eden itfaiyeciler, helikopter sesine umut bağlayan insanlar… Sonra da hep aynı cümleler: İhmal mi, kasıt mı? Yeterince önlem alınmış mıydı?
Oysa orman yangınlarıyla mücadele, yangın çıktıktan sonra başlatılacak bir savaş değildir. Asıl mücadele, yangın hiç başlamadan önce alınacak tedbirlerle olur. Orman yollarının düzenli açılması, yangın kulelerinin işler halde tutulması, su havuzlarının hazır bekletilmesi, gönüllü ekiplerin eğitilmesi ve en önemlisi halkın bilinçlendirilmesi… Bunlar konuşulmadıkça biz her yıl aynı filmi izlemeye devam ederiz.
Bir başka gerçek de şudur: Ormanı yalnızca devletin değil, hepimizin sahiplenmesi gerekir. Piknik ateşi yakarken, sigara izmaritini atarken hatta cam şişeyi doğaya bırakırken “nasıl olsa bir şey olmaz” rahatlığıyla davranırsak, kaybettiğimiz sadece ağaçlar değil, vicdanımız da olur.
Bugün bir orman yanar, yarın bir başka orman... Ama biz hâlâ “geçmiş olsun” cümlesine sığınırız. Oysa asıl ihtiyacımız olan cümle, **“bir daha asla”**dır.
Yeşil, bizim geleceğimizdir. Ve gelecek ihmali değil, sorumluluğu hak ediyor.
Unutmayalım ki Doğa insanlar gibi bencil değildir. Doğa toprağına cömerttir.