YOZGATLI MUSTAFA PEHLİVAN ÇAVUŞ
Taif’e sürgün gönderilen 11 kişiyi taşıyan İzzeddin Vapuru İstanbul’dan 28 Temmuz 1881 de hareket eder. Mahkûmlar nereye gittiklerini bilmemektedirler. Mahkûmlar 4 Ağustos 1881 günü Taif’e ulaşırlar.[1]
İkinci Mabeyinci Fahri Bey, başta kendisi olmak üzere verilen bu haksız mahkûmiyete duyduğu isyan nedeniyle ilk şaşkınlık ve yorgunluğu üzerinden atar atmaz gerekli belgeleri hazırlamaya giriştiğini görüyoruz. İlk önce Yozgatlı Mustafa Pehlivan’ın 31 Ağustos 1881 de ifadesini alır ve bu ifade altında aşağıdaki şahıslar imza ve mühürleri ile ifadeyi tasdik ettiği bir tutanaktır.
Eski Sadrazam Midhat/ Eski Şehülislam Hayrullah/ Eski Serasker Mahmud Celaleddin/ Eski İkinci Mabeyinci Ahmed/ Eski İkinci Mabeyinci Fahri/ Miralay Ahmed İzzet/ Binbaşı Ali Rıza/ Binbaşı Mehmed/ Cezayirli Es-seyyid Mustafa[2]
İki gün sonra 2 Eylül 1881 de Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan’ın, ondan iki gün sonra da 4 Eylül 1881 de Cezayirli Mustafa Pehlivan’ın aynı şekilde imza ve mühürlerle tasdik edilmiş ifadelerini tutanak haline getirmiştir.
İlk önce tutanak halinde ifadesini aldığı Yozgatlı Mustafa Pehlivan Çavuş hadiseyi şöyle anlatır:
“Sultan Abdülaziz’in hizmetine birkaç kişinin gönderilmesi lazım gelmiş olduğundan gidecek adamlar orada hizmette kalıp yalnız ayda bir çıkacağından aylık 100’er lira maaş verileceğinden Sultan Murad emektarlarından Cezayirli Mustafa Hacı Mehmed ve ben aramızda değerlendirip kabul ettik. Nuri Paşa Sultan Abdülaziz’in Mabeyincileri ve hademesi çıkarılıp yanında kimse almamış olduğundan bizi mezkûr maaşla memur edildiğimizi, kimse ile görüşmeyip ayda bir kere sırayla dışarı çıkabileceğimizi tebliğ etti. Bizim üzerimizde layık elbise, çamaşırımız ve evimizi idare edecek bile paramız bulunmadığını söyledik. Bunun üzerine Nuri Paşa elbise ve çamaşırımız ve evlerimizin idaresine mahsus olmak üzere 30’ar lira verdi. Yanımız da dört nefer Haremağası kattı. Cumartesi günü Fer’iye Dairesine gittik. Haremağaları içeri girdiler. Fakat haremde erkeklere mahsus daire olmadığından, onun tedarikine kadar olmak üzere biz üç kişi karakolda kaldık.[3] Bu şekilde biz karakolda beklemekteyken ertesi Pazar günü sabah iki buçuk sularında[4] Harem Dairesinden feryatlar duyuldu. Karakolda bir zabit ve emrindeki askerler Harem Dairesine koştular. Biz de arkalarından çıkıp kapıya doğru gittik. Kısa boylu bir zabit elindeki anahtarla kapıyı açınca içerideki kadınlardan “bitti ve gitti” diye bir feryat işitildi.[5] Ne olduğu sorulduğunda; “Abdülaziz’in kendi kendini öldürdüğü haber verildi. Askerler ellerindeki silahları bırakıp, silahsız içeriye girdiler. Ben de birlikte idim. Kadınlardan biri feryat ve figan ederek kendisini denize atmak üzere gittiğini gördüğümde derhal tutup aşağı katta bir odaya koydum. Ondan sonra askeri takip ederek yukarıya çıktım. Abdülaziz sağ tarafı üzerine yatmış olduğu halde validesi oğlunun omuzundan kolunu atıp kucaklayıp:
-“Ah! Kendine niçin kıydın?” diye ağlayıp figan etmekteydi. Etrafında 4-5 kadın ağlamakta ve bunun gibi bir kadın da merhumun dizlerinde kucaklayıp feryat etmekteydi. Askerler oradaki kadınları dışarı çıkardılar. Yalnız validesi kaldı. Onu da sonradan gelen Arif Paşa elinden tutup dışarı çıkardı.
Merhumdan akan kan kendisinin bulunduğu yerin etrafında birikmiş olduğu gibi bir taraftan da açılan damardan kan akmaya devam ediyordu. Öncelikle akan kanı durdurmak gerekiyordu. Bunun için bir bakır onluk veya yirmilik gibi bir şey bulunup onunla bağlamak gerektiği sözü edildi. Orada bulunan hatırlamadığım birinden bir bakır onluk aldım. Bu onluğu yara üzerine bastırıp, odada bulduğum namaz yemenisiyle sardım. Lâkin o vakte kadar ruhunu teslim etmişti.
Merhumun vefat ettiği minder üzerinde açık bir Mushaf-ı Şerif vardı. Bazı sayfalarına kan bulaşmış olduğundan, alıp kanlarını silip bir tarafa koydum. O sırada Arif Paşanın görüşüyle derhal pencere perdelerinden bir kaçı koparılarak merhumun na’şı askerler marifetiyle bu perdelere sarılıp aşağı indirildi. Ben de onlarla beraber çıktım.
Ondan sonra Bakanlar geldiler. Nuri Paşa’yı gördüm. Nereye gideceğimizi sordum.
-“Yataklarınızı alıp, Dolmabahçe Sarayına gitmeniz gerekir” dedi. Öyle yaptık. Bir zaman bu veçhile orada, arkasından Çırağan Sarayında kalıp vakit geçirdikten sonra, Sultan Abdülhamid hazretleri tarafından ihsan buyurulan beş yüz kuruş çıraklık maaşımı havale ettirerek memleketime gittim.
1881 YILI ŞUBAT AYI
(Aradan yaklaşık beş sene geçmiştir.)
Kendi işimle meşgul olarak geçinmekte iken güya İstanbul’da kayınvalidemin iltiması ile sarayda bir memuriyete konulmak üzere, İstanbul’a gönderilmem için Şubat ayı içinde Ankara Vilayetine bir telgraf gelmiş. Arka arkaya altı-yedi telgraf daha gelip te, gidişimin hızlandırılması istenince bu haberi getiren, müjde veren adamlara üçer-beşer mecidiye bahşiş vererek acele İstanbul’a geldim. Fincancı hanına indim. Ertesi günü Mabeyn-i Hümayuna gittim. Oradan Çadır köşküne götürdüler.
Mart ayı başlarıydı. Orada 15 gün kaldım. Kimse bir şey sormadı. Ben bu halde ne olacak diye beklemekteyken bir gece Mabeyinci Ragıp Bey iki Tüfekçi ile yanıma gelip “Abdülaziz merhumun hizmetine tayin edilmemizin ne maksatla olduğunu” sordu. Ben de yukarıda anlattığım durumu uzun uzadıya hikâye ettim. Onun üzerine zat-ı şahanenin yanına gidip geldi. Cevabında işin doğrusunun benim dediğim gibi olmadığını, güya Sultan Abdülaziz’i biz öldürmüş olduğumuzdan doğruyu söylemek irade buyrulduğunu beyan etmesi üzerine;
-“Bu nasıl sözdür. İşin aslı ve esası benim dediğim gibidir” diye tekrar ettim. Yine gitti, geldi.
-“Doğrusu merhum katledilmiş olduğundan orasını söylemelisin” dedi. Hâsılı adı geçen o gece sabaha kadar altı-yedi kere gelip ısrar etti. Ben yine eskisi gibi doğrusunu söyledim.
ABDÜLHAMİD SORGUYA DÂHİL OLUYOR!
SORGULAMADA İŞKENCE DE VAR!..
İki gün sonra bu Ragıp Bey, Devlet Şurası azasından Mahmud Beyle birlikte geldiler ve beni saatlerce sorguladılar. Ben yine birinci ifadem gibi tafsilatlı anlattım. Bu sorgulama esnasında Zat-ı Şahane odanın yanı başındaki salonda ve perde arkasında olduğundan bir aralık perdeyi kaldırıp içeri girdi. Ayağa kalkan Ragıp Beyle Mahmud Bey’e oturmalarını emretti. Bana da pek çok küfür ve tekdir edici kelimeler söyledi. Bu sual ve cevapları Mahmud Bey yazar idi. Ragıp Bey, Mahmud Bey ve Mustantik (Sorgu Hâkimi) Mehmed Efendi[6] gerek benim ve gerekse o sırada Çadır köşküne gönderilen Fahri Beyin sorgulamaları için on gün kadar kaldılar.
Geceleri sabaha kadar oturup benim uyumama fırsat vermezler ve sorgularlardı. Yine ben ilk ifademde ısrar edince bunların emriyle beni mermerliğe koydular. Bu mermerlik Çadır Köşkünün dış kapısının merdivenleri altında mermer döşemeli dar bir yerdir. Beni orada dört gün dört gece ayak üzerinde durmaya ve uyumamaya zorlarlardı. Ara ara da beni sorgulamaya çağırırlardı.
O esnada bir gün Ragıp Bey Mustantik Mehmed Efendi ile gelip bana bağırıp çağırarak sorguladılar. Sonra maiyetindeki tüfekçilere; bahçedeki meyve ağaçlarından iki sopa kesip getirmelerini emretti. Onlar bu emri yerine getirdiler. Adı geçen bu sopaları önüne koyup yine sorgulamaya başladı. “Abdülaziz’i biz öldürdük” diye söylemezsem bunlarla beni döveceğini söyledi. Ben; “nefsime nasıl iftira ederim” diye eski ifademi tekrara başlayınca kalkıp yüzüme birçok sille ve şamar vurduktan sonra bu sopalarla kollarıma, bacaklarıma ve sırtıma o kadar vurdu ki sopanın biri kırılmış, bende mecal kalmamış ve bağırmaktan nefesim tıkanmıştı.
Bu dayak esnasında feryadımın işitilmemesi için köşkün etrafındaki bahçıvan ve hizmetliler oradan savuşturulmuş idi.
Ben bu haldeyken Mustantik Mehmed Efendi bana, kendisinin “haydut (…….) i bile söyletmiş olduğundan bahsederek, “bu kadar dayak yemektense, merhumu öldürdük diye söylemek hayırlı olacağını” anlatırdı.
Bu sırada Çadır Köşkünde mahpus olan Fahri Bey benimle yüzleştirildi. Merhumun vefatı haberi üzerine askerle nasıl içeri girdiğimizden ve bir de koluna bağlamış olduğum bakır paradan başka bir söz olmadı.
Mermerlikte bu şekilde baskı altında mahpus bulunduğum halde bir gün zat-ı şahane dere havuzu denilen yere gelmiş ve beni de istemiş olduğundan oraya götürdüler. Yanına vardığımda Zat-ı Şahane tarafından sorulanlara gerçeği anlatmaya başladığımda hiddetle yanında bulunan Küçük Tahir Ağa’ya “Şu pezevengi vur” diye irade buyurmaları üzerine, Ağa tabancasını çekip kurup üzerime tuttu. Ben de hemen vurulmaya hazırlandım ve yüzümü kıbleye çevirip kelime-i şahadet getirmeye başladım. Bu haldeyken Zat-ı Şahane bana yine bir takım küfürler ederek Tahir Ağaya; “dur vurma” diye irade buyurdu. Sonra kendileri tokatla ve ellerindeki bastonla beni birçok darp ederek ve ben kaçtıkça arkamdan yetişerek her tarafımı yara bere içinde bıraktı. Sonra da, “şu herifi şu lağıma koyun” demesiyle beni orada bulunan ve içi birtakım süprüntü, kemik ve su ile dolu olan mağaraya soktular. Hava da gayet soğuk idi. Tam dört saat orada kaldım. Soğuk ve rutubetin şiddetinden üzerimdeki hal, insaf ve merhametini celp etmesiyle beni oradan çıkarıp Çadır Köşkünde mermerliğe koydular.
Bir gün sonra Zat-ı Şahane yine dere havuzundaki Çit Köşküne teşrif buyurdular. Beni celp edip sualden sonra yine eskisi gibi cevap vermem üzerine yine adı geçen lağım ve mağaraya konulmamı emrettiler. Bu sefer de iki buçuk saat orada kaldım. Ondan sonra beni alıp Çadır Köşküne götürdülerse de bulunduğum mermerlikte dört gün dört gece ayak üzerinde uykusuz kaldığım ve iki defa da şiddetli darp edildiğim, iki defa da mağarada kaldığım ve bu süre içerisinde yiyecek bir şey verilmeyip yalnız bir küçük parça ekmek verilmiştir. Ekmeği yiyinceye kadar oturmama müsaade etmişler, onun dışında ayakta durup duvara bile yaslanmaya izin verilmediğinden artık vücudum tamamen zedelenip hasta düştüm.
Üç dört gün kadar süren hastalığımda Ragıp Bey’in biraderi doktor gelip tedavi etti. Yüzüme ve vücudumdaki bere ve çürüklere yağ sürdü. Mümkün mertebe sağlığıma kavuştuktan Zat-ı Şahanenin emri üzerine beni Harem Dairesine götürdüler. İlk önce Zat-ı Şahane yanıma geldi. Ellerimi iple arkama bağlayıp bizzat yüzüme birçok sille ve tokat vurmasından dolayı yüzüm kanamaya başladı. Üzerindeki tabancayı çekip bir eline Mushaf-ı Şerifi alıp, “Şu Mushaf-ı Şerif hakkı için sana ceza vermem. Seni evlat ve iyalinle beraber Mekke’ye gönderir birkaç ton buğday tahsis eder, mükâfatlandırırım. Orada geçinir gidersin. Şu işi yaptığınızı söyle “diye beni tazyik etti. Orada hazır bulunanlardan Tüfekçi, Mabeyinci vs. kişiler de her biri beni bu yolda söyletmek için sözlü ve fiili yardım ederlerdi. Hatta Başmabeyinci Hamdi Paşa yumrukla çeneme vurur idi. Ben yine ifademe devam ettiğimden Zat-ı Şahane:
-“Şu herifi götürün havuzda yüzünü yıkasın, gene getirin” diye irade buyurmalarıyla o veçhile gidip, döndüğümde içmek için biraz su ihsan buyurdu.
Evvelce darp olunduğum zaman orada bulunan Ebülhüda Efendi, Zat-ı Şahanenin elindeki Mushaf-ı Şerifi alıp yanıma geldi ve o da irade-i seniyye ile bu yolda birçok söz söyledi. Ben, yapmadığım, bilmediğim şeyi benim için söylemek kendime iftira etmek olacağından mümkün olmayacağı cevabını verdim. Vakit de geç olduğundan beni tekrar Çadır Köşkü’ne iade ettiler.
O gece köşke vardığımda Ragıp Bey, Mahmud Bey ve Mehmed Efendi beni sorgulama için çağırdılar. Yine eski sual ve eski cevapların verilmesi üzerine, Haremağalarından üç kişiyi benimle yüzleştirmek için getirdiler. Bunlar ifadelerinde;
-“ Biz dört Haremağası üç de bunlar Cumartesi günü Fer’iye Dairesine gittik. Biz içeriye girdik, bunlar karakolda kaldılar. Beşiktaş Sarayından gelmekte olan eşyanın başında bulunuyorduk. Ertesi Pazar günü aynı görevimizin başındayken birden yukarıdan bir feryat koptu. Koşarak yukarı çıktığımızda, Efendimiz bir makasla kendini telef etmiş dediler. O kalabalık arasında Efendimizin odasına çıktık. Efendimiz minder üstünde yatmış, kolundan kan damlıyor ve Valide Sultan oğlunu kucaklamış ağlıyor. Ve odada bulunanlar da ağlayıp figan ediyor idi” diye ifade verdiler.
İşte Haremağaları iki defa Çadır Köşkünde bulunan yüzleşmemizde bu veçhile söylemişler, iki defa Harem Dairesinde Padişah huzurunda yüzleştiğimizde evvelki ifadelerini değiştirip güya ben, Fahri Bey, Cezayirli Mustafa ve Hacı Mehmed birlikte olduğumuz halde merhum Hakanın odasına girip, Fahri Bey kollarını tutmuş ve Cezayirli ile Hacı Mehmed dizlerine oturmuş, ben de kollarının damarlarını kesmiş olduğumu gördüklerini söylediler. Buna ne diyeceğimi sordular. Ben de kesinlikle reddettim.
Ertesi gece Zat-ı Şahanenin bulunduğu Harem Dairesine götürüldüm. Zat-ı Şahane;
-“İşte Harem Ağaları şahadet ediyorlar. Ne diyeceksin?” dedi ve ekledi;
-“ Fahri’yi köprünün bir tarafında ve seni diğer tarafında asacağım” diyerek, Harem Ağası Arapların (zencilerin) ifadesi gibi ifade vermemi emir buyurdular. Ben önceki ifademden ayrılmadığım sırada orada bulunan Kâğıthane Köyü İmamı da pantolon ve donumu çözerek aşağı indirdikten sonra iki husyemi ağaçtan yapılmış bir kıskaç arasına koyup bükmeye başladı. Benim feryadım ayyuka çıktığından Zat-ı Şahane merhamet buyurup bu işkencenin durdurulmasını emretti. Bunun üzerine yine söylemezsem daha şiddetli cezalandırılacağım tehdidi ile tekrar Çadır Köşküne iade olundum.
Ertesi gün gündüz vakti tekrar Harem Dairesine celp olundum. Orada yalan beyanda bulunan Harem Ağaları vardı. Zat-ı Şahanenin huzurunda yalan beyanlarını tekrarladılar. Zat-ı Şahane;
-“Daha inkâr edecek misin? İşte bunlar şahadet ediyor. İki şahitle bir adam asarlar” diye buyurdular. Ben yine merhametlerine sığınarak evvelki ifademi tekrar ettim. Bunun üzerine beni Çerkes Miralay Mehmed Bey’in kumandasındaki Dağıstanlı askerin yanına gönderdiler. Orada beni tavuk kümesine koyup iki gün iki gece uykusuz ayak üzerinde tuttular.
İkinci günü akşamdan Ragıp Bey’le Tüfekçibaşı yanıma geldiler. Oturtup bir miktar ekmek verdiler. Harem Ağalarının dediği gibi ifade verirsem bana hiçbir ceza olmayacağını yeminle söylediler. Ben yine evvelki ifademde sebat ve ısrar edince kalkıp gittiler.
O gece ve ertesi gün öğleden sonraya kadar ben yine kümeste ayak üzerinde bulunduktan sonra tekrar Harem Dairesine celp olundum. Zat-ı Şahane bizzat bana hitaben;
-“Daha söylemeyecek misin?” dedikten sonra, “ şu sobayı yakın” diye irade buyurdular. Harem Dairesinin kapısında bulunan sobayı kızdırıp beni oraya götürdüler ve başımı açıp sobanın ateşine tuttular. Başımın derunu kızmaya ve kaynamaya başladıkça feryat ve figanım artınca, irade-i seniyye ile başımı kaldırdılar. Bu sırada;
-“Yine söylemeyecek misin?” diye tazyik olunduğum halde Zat-ı Şahane Bursalı İbrikdar Hasan Ağa’ya hitaben:
-“Siz memlekette hırsızlara nasıl söylettirir idiniz?” diye sual buyurdu. O da cevabında;
-“Ormanda ateş yakıp ve hırsızları çıplak olarak ateşin karşısına dikip yağları erimeğe başladıkça tabii söylerler idi” dediğinde;
-“Öyleyse hadi bunu da söylet” demesiyle, camlı odadaki büyük sobayı yaktılar. Benim elbisemin arka tarafını kaldırıp çıplak vücudumu ateşin karşısına diktiler. Ateşin şiddetiyle ciğerlerim ağzıma gelip her tarafım bir başka türlü olmağa ve yağlarım erimeğe başladı. Bu durumda Zat-ı Şahane karşıma geçip;
-“Arapların[7] ifadesi gibi söylemedikçe kurtulmanın imkânı yoktur” diye buyurduklarından ben de can havliyle;
-Öyle oldu” dedim. Ve “yaptım” diye ifade verdim. Bunun üzerine;
-“Sizi oraya Mahmud Paşa göndermiştir. Zira siz elbette bir emirle gitmiş ve merhumun kan damarlarını kesmek için ondan talimat almışsınızdır. Öyle değil mi?” diye buyurduklarından;
-“Evet, Mahmud Paşa gönderdi” diye söyledim.
Derhal beni ateşten geri aldılar. Biraz yiyecek getirip verdiler. Ondan sonra Sururi Efendi ve Savcı Latif Bey ve Ragıp Bey gelip bu ifadeyi yazdılar. Ondan sonra beni Çadır Köşküne gönderdiler. Bir kaç gün orada sersem ve şaşkın kaldım, deli gibi oldum.
Üç, dört gün sonra gündüz tekrar Harem Dairesine celp olundum. Zat-ı Şahane bana hitaben;
-“Sen geçen gün Abdülaziz’i öldürmek için Mahmud Paşa talimat verdiği gibi Nuri Paşa da işbu emir ve talimatta ortak olduğunu söylemiştin. Öyle değil mi?” dediklerinde;
-“Hayır, Nuri Paşa için söz söylememiştim” dedim. Bunun üzerine söz uzadı. Nihayet Ragıp Bey ile diğerleri;
-“Evet efendim. Mustafa evvelki ifadesinde Nuri Paşa’nın da birlikte emir verdiğini söylemişti” diye şahadet etmeleri üzerine Zat-ı Şahane beni yeniden azarlayıp paylayarak, içeri odaya çekilip, düşünmemi ve dönüp haber vermemi emir buyurdular.
Ben de o veçhile çekilip düşündüğümde, aslı ve esası olmayan işin en büyük yönünü zorla söylemişken böyle bir küçük tarafını söylemeyip bir de bunun için azap ve eziyet çekmeye tahammülüm olmadığından;
-“Evet, öyle olmuş idi. Hatırımdan çıkmıştı” dedim.
Fî 5 Şevval (1)1298
Mustafa (Mühür)
(31 Ağustos 1881) [8]
(Bu ifade tutanağının altında yazının başında listesi verilen Midhat Paşa ve arkadaşlarının mühürlü imzaları vardır)
YOZGATLI MUSTAFA PEHLİVAN PADİŞAH’A KÜFRETTİ Mİ?
Fahri Bey, ikinci Meşrutiyetle gelen genel aftan istifadeyle, 27 yaşında girdiği hapisten 54 yaşında çıkar. Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Midhat da yurtdışından İstanbul’a gelmiştir. Onunla görüşür ve ondan “İade-i Muhakeme” açacağını kendisine yardımcı olmasını ister. Fahri Bey Mahkeme Dilekçesini yazar. Bu 56 sayfalık dilekçeye rağmen, başta Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi olmak üzere, Padişah V. Mehmed Reşat da devreye sokularak, Dâhiliye Vekili Talat ile Adliye Vekili Necmettin Molla bu mahkemenin açılmasına engel olurlar.[9] Fahri Bey, Avukatı Hrisantos Tomaidis imzasıyla hazırladığı bu mahkeme dilekçesini 1910 da Hilal Matbaasında bastırarak tarihe bir emanet bırakmıştır. Orijinal adı; “Midhat Paşa ve Rüfekâsının Muhakemesi Hakkında Esbâb-ı Mûcibeyi Hâvi İade-i Muhakeme Lâyihası” olan ve tarafımızdan “Yıldız Mahkemesinin İçyüzü” adıyla 2023 de kitaplaştırılan bu eserin 31. Sayfasından orijinal paragrafı:
Fahri Bey ve Mustafa ve saire huzur-i hâkan-i mahlu’da mükerreren istintak edilmişlerdir. (Sorgulanmışlardır) Hatta bunlardan Mustafa gördüğü tazyikat neticesinden olarak bir ayak evvel ölmek emeliyle Hakan-ı Mahlu’a (hal edilmiş padişaha= Abdülhamid’e) rû be rû (yüz yüze = yüzüne) seb ve şetm eylemiştir. (Küfürler etmiştir). Ve ol dahi “Bir saat evvel ben seni öldüreyim diye böyle küfrediyorsun. Fakat öyle çabuk öldürmeyeceğim” demiştir. [10]
(İnsanın canına tak edince karşısında kimin olduğunu gözü görmüyor.)
YOZGATLI MUSTAFA PEHLİVAN’IN ON PARASI
Mustafa Pehlivan’ın Abdülaziz’in intiharı üzerine, kanı akmakta olan koluna bakır 10 parayı tampon yaptığını anlatmaktadır.
Yukarıda resmi görülen ve hicri 1277 (1859-1860) da İstanbul’da basılmış bu bakır onluğu koluna tampon yaptırmış olduğunu beyan etmişti. [11]
Şimdi bu bakır on para nerededir?
Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivlerinde Yıldız Esas Evrak 17-29 numarada kayıtlı belgeyi arz ediyorum:
Adet
2 Patiska don
1 Pamuklu ve kırmızı çubuklu hırka
1 Kırmızı Pantolon
1 Soğuk bezi içlik
1 Rize Bezi Gömlek
5 Beyaz patiska pencere şemsiyesi
1 Ma(v)i gaz boyaması
1 Bakır on Paralık
3 Beyaz tülbent sarığı
-----
16 Yalnız on altı parçadır.
Şehid Cennet-mekân Sultan Abdülaziz Han Hazretlerinin hîn-i şehadetlerinde üzerlerinde bulunan bâlâda muharrer on altı parça elbise ve saire Hazine-i Hümayunda mahfuz bulunduğu halde mukaddema bâ-irade-i seniyye Mabeyn-i Hümayun cânib-i âlisine teslim olunduğundan bu kerre Hazine-i Hümayunda mahall-i mahsusunda hıfz olunmak üzere bâ-irade-i seniyye iade kılındığını mübeyyin işbu sened takdim kılındı.
(Şehit Abdülaziz Han’ın şehadet anında üzerinde bulunan yukarıda yazılı 16 parça elbise vs. Hazine-i Hümayunda saklıyken önce Padişah iradesiyle Mabeyn-i Hümayuna teslim edilmişken bu kere Hazine-i Hümayunda özel yerine korunmak üzere padişah iradesiyle iade edildiğini gösterir senet takdim kılındı)
Fî 17Şevval Sene 1300 ve Fî 8 Ağustos (12) 99
(20 Ağustos 1883)
Tarihlere dikkat eder misiniz?
Fahri Bey’in Taif zindanında Mustafa Pehlivan’ın ifadesini aldığı tarih: 31 Ağustos 1881 dir.
Yukarıdaki belgenin tarihi ise, 20 Ağustos 1883 dür.
Bu belge Yozgatlı Mustafa Pehlivanın anlattıklarını doğrulamaktadır.
İşin garabetine bakınız ki, Abdülaziz’in kol damarına bu 10 parayı tampon yaparak hayatını kurtarmak için çırpınan Yozgatlı Mustafa Pehlivan Çavuş, Abdülaziz’in kol damarını kesmekle itham olunmuş, işkence ile suçu kabul ettirilmiş, okur – yazarlığı olmadığı için yazılan ifadesine parmak bastırılmış[12] ve bunun neticesi olarak da müebbet hapse mahkûm edilmiştir.
Yozgat ili Akdağmadeni ilçesinin Culgalı köyünden olup, Sultan V. Murad’ın veliahtlığında Kadıköy’ünde Kurbağalıdere çiftliğinde hizmetinde bulunmuş, şamdancı olmuş en son sâbık Sultan Abdülaziz’in hizmetine tayin edilmişse de Abdülaziz’in vefatından sonra bir miktar tekaüd maaşı tayin olunarak köyüne gitmiş sonra mahkemede arkadaşları Cezayirli Mustafa, Hacı Mehmed ve Mabeyinci Fahri Bey’in Abdülaziz’i yatağında öldürmüş olmaktan mahkemece taammüden katil olarak önce idamına hükmolunmuş, idam olunmayarak diğer mahkûmlarla beraber Taif’e sürgün gönderilmişti.
Yozgatlı Mustafa Pehlivan Çavuş 10 Haziran 1891 de altmış beş yaşında Taif kalesinde vefat etmiştir. Hanımının adı Zehra olup, Hacer adında bir kızı vardı.[13]
(GELECEK YAZI: BOYABATLI HACI MEHMED PEHLİVAN’IN İFADESİ)
[1] Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları TTK yy 3. Baskı Ankara-1992 sayfa 16
[2] İbretnüma sayfa: 68-75
[3] Fer’iye Sarayının bitişiğinde Karakol kurulmuştu.
[4] Bu saat alaturka ezani olup saat 12 de akşam ezanı okunurdu. Buna göre Haziran saat 2,30 günümüz saatiyle 10,30- 11.00 i ifade etmektedir.
[5] Karakol’dan Abdülaziz’in ikametine tahsis edilen daireye bir kapı ile giriliyor ve kapının anahtarı karakolda bulunuyordu.
[6] Fındıklılı Mehmed Efendi olarak maruftur.
[7] Zenci Haremağalarının
[8] İbretnüma sh: 68-75
[9] Ali Haydar Midhat, Osmanlı’dan Cumhuriyete Hatıralarım Bengi yy. 2 Baskı İst-2008 sh:238
[10] Hrisantos Tomaidis, Midhat Paşa ve Rüfekâsının Muhakemesi Hakkında Esbâb-ı Mûcibeyi Hâvi İade-i Muhakeme Lâyihası, Dersaadet Hilal Matbaası 1326 sh:31/ İbrahim Yıldırım, Yıldız Mahkemesinin İçyüzü, Yüzleşme yy. İst-2023 sh:98-199
[11] Meraklısına: 40 para 1 kuruş eder. 10 para değer olarak çeyrek kuruştur.
[12] Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi TTK yy. 2. Baskı Ank-2000 sh:180
[13] Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları TTK yy 3. Baskı ANK- 1992 sh:139
İstanbul
21.11.2024