(Geçen haftadan devam)
Böyle acayip ve garip hallerden sonra biraz daha sorgulandım. Sonra beni Tüfekçibaşı Tahir Ağa’ya teslimen Malta Köşkünün etraf duvarı dışında boş ve mefruşatı olmayan kuru bir odaya götürdüler. Tüfekçilerin nezareti altında orada bulunurken Cumartesi gecesi beni yine Harem Odasına celp ettiler. Doğruca Zat-ı Şahanenin huzuruna çıkardılar. Zat-ı Şahane bir takım nasihat yollu sözlerden sonra;
-“Murad Efendi’nin verdiği iki bin kuruş maaşa mı tama’ ettin de böyle hainlikte bulundun?” Diye buyurunca;
-”Hâşa! Hainliği hiçbir vakit kabul etmem ve maaşı da Sultan Murad vermeyip, Efendimizin cülusundan bir seneden fazla zaman geçtikten sonra Meclis-i Mebusanın kararıyla Zat-ı Şahaneniz ihsan buyurdunuz” dedim. Zat-ı Şahane;
-“Devletin Resmi Gazetesi Ceride-i Havadis senin hakkında Sultan Murad’ın cülusunda aleyhinde ne yazdı okudun mu?” diye buyurmalarına;
-“Aleyhimde değil, lehimde yazdığını biliyorum” demem üzerine gazetenin getirilmesini emretti. İkinci Mabeyincisi Osman, Gazete yerine “Üss-i İnkılab”ı[1] getirdi. Gazetede hakkımda bir şey olmadığından Zat-ı Şahanenin bu ifadesini geçiştirdiler.
Bunun üzerine Zat-ı Şahane, Nuri Paşa’nın[2] içeride odada olduğunu söyleyip;
-“İnanmazsan seni götürsünler de gör. Lakin kendini göster. Sonra seni fena ve berbat ederim” buyurdular.
Bir iyi yerimiz kalmadı ya. Hep yara ve bere içinde kaldığımı söyledim.
Oradan beni alıp camlı odanın kapısına götürdüler. Muhafızlar aldığı talimat üzere geceleri beni uyutturmayıp, halı parçası üzerinde bulunduğumdan, üçüncü gece sancılandım. Bir taraftan uykusuzluk ve bir taraftan sancının şiddetinden ve işkencelerin acısından vücudum gayet hasta iken o gece beni yine Harem Dairesine götürüp, doğruca Zat-ı Şahanenin huzuruna çıkardılar. Zat-ı Şahane yine bir takım nasihat yollu sözlerden sonra;
-“Merhum amcam seni Bursa’ya gönderdiğinde, Hüseyin Avni Paşa orada Vali bulunduğundan bu iş için seni orada kandırdığı ortaya çıktı” buyurmalarına cevaben;
-“Efendimize bunu bile yanlış haber vermişler. Rahatsızlığım nedeniyle kaplıca tedavisi için Bursa’ya gitmeye izin vermiştiniz. O zaman Bursa Valisi Hüseyin Avni Paşa değil, Zaptiye Müşiri Hüsnü Paşa idi. Bendeniz İstanbul’a geldikten sonra Hüsnü Paşa azlolunup yerine Galip Paşa Vali oldu. Hüseyin Avni Paşa, daha sonra Galip Paşa’nın azlini müteakip Bursa Vali oldu” diye tashihte bulundum.
Oradan beni camlı odaya götürdüler. Süruri Efendi, Savcı (müddei Umumi) Latif Bey ve Ragıp Besim Beylerle Sorgucu (Mustantik) Mehmet Efendi bir masa etrafında dizilmiş oturuyorlardı. Beni de aralarına alıp sorgulamaya başladılar:
-“Niçin Pangaltı’da oturduğumu sorarak başladılar. Pangaltı’da oturmamın sebebi nedir?” Diye sordular.
-“Pangaltı’da oturmaktan ne çıkar? Pangaltı’daki ev benimdir. Beşiktaş’taki evimi kiraya verdim. Onun için kiraya vermediğim evimde oturuyorum. Bir ecnebi memleketinde oturmuyorum ya? Kendi memleketimde oturuyorum” dedim. Bunun üzerine Ragıp Bey;
-“Sen karakolda bulunan İzzet Bey ile mektepte beraber okumuşsun ve küçükten beri akraban imiş” dediğinde;
-“Hayır!.. Ne mektepte birlikte okudum ve ne de bildiğim adamdır” dedim.
Yine bunlar gerek merhum Efendimizin vefatı hakkında, lüzumsuz ve münasebetsiz sorularla beşi birden hücum ederlerdi. Ben de Allah’ın yardımıyla sorularına gereken cevapları verirdim. O gece sorgulama saat yedi buçuğa kadar uzadı. Sonra beni mahallime iade ettiler. [3]
**
Paskalyanın[4] birinci günü yine beni Harem Dairesine celp ile Zat-ı Şahanenin huzuruna çıkardılar. Sultan Abdülaziz Efendimizin kanlı elbisesi getirilmiş ve Tabip Mavroyani muayene ediyordu. Zat-ı Şahane bana hitaben:
-“ Gördün mü bak! “ buyurdular.
-“Evet, gördüm. Kanlı değildir, demedim ya” dedim. Bunun üzerine Zat-ı Şahane dışarıya çıkarak kapının önünde binek taşı üzerinde bulunduğu halde beni huzurlarına celp edip hiddet ve gazapla küfürler ederek;
-“Daha söylemeyecek misin?” diye buyurdular. Ben yine önceki doğru ifademde sebat ettiğimden, padişah iradesiyle Kızlar Ağası Behram Ağa yanıma gelip, Padişahın huzurunda beni yumrukla tokatla ve de küfürler ederek epey darp etti.
Bunu takiben padişah iradesiyle Tabip Mavroyani manasız sözlerle beni sorguladı. Ondan sonra bahçede arkamı Zat-ı Şahaneye ve yüzümü duvara çevirerek ve gülerek beni taşlamaya başladılar.
O sırada musahiplerden Hayreddin yanıma gelip elinde bir pala olduğu halde bana göstererek;
-“Merhumun palası bu muydu?” diye sordu. Ben de:
-“Buna benzerdi. Ama bu mudur, değil midir bilmem” dediğimde;
-“ Zat-ı Şahane işte bu pala ile senin boynunu vurduracak” dediğinde, ben de;
-“ Bu yolda vuku bulacak mükâfatlarına teşekkür ederim” dedim. O aralık içeriden, yani camlı odadan bir feryat ve figan ve ağlama sesi işittim. Sonradan bunun Cezayirli Mustafa olduğunu öğrendim.
**
Beni Malta Köşkü dışındaki malum odaya götürdüler. Odada humma hastası olup, merhameten bir yatak vermişler idi. Yataktan kalkamadığım halde hastalığımın şiddeti yirmi gün sürdü. Bu halime dahi insaf olunmadı. Bir adam geldi. Benim sol koltuğuma girerek sağ elime de dayanmam için bir sopa vererek sürükler gibi Harem Dairesinde Mabeyinci Reşit Beyin yanına götürdüler. Ayakta duracak halim olmadığından oturttular.
Reşit Bey biraz nasihat yollu sözler söylerken Zatı Şahane orada perde arkasından bizi dinlemekte iken sabır buyuramayıp yanımıza geldi. Bana hitaben, yumuşak bir ifadeyle;
-“Ayol! Niçin böyle ediyorsun? Ve niçin bu kadar eziyet çekiyorsun? Bugün dünya yarın ahiret. Allah için doğrusunu söyle de kurtul. Hem bana kırılma. Seni biraz darp ettimse, fukaraya birkaç kuruş sadaka veririm da sakıt olur. Ne çare iş benim elimden çıkıp adliyeye geçti. Şu kadar benim sana iyiliğim olur ki; seni ölümden kurtarır, bir müddet seni çoluğunla çocuğunla bir tarafa gönderirim” diye buyurmalarına ben de cevaben;
-“Efendim işin hakikatini tahkik edip iyiden iyiye bildiğiniz halde, “bugün dünya yarın ahiret, işin doğrusunu söyle de kurtul” buyuruyorsunuz. İşte ben de Allah için doğrusunu söylüyorum. Allah için yalan söylenmez. Maksadınız nedir anlayamadım” dedim.
Zat-ı şahane ziyadesiyle hiddet ederek;
-“Öyleyse ölümünü sen kendin istiyorsun” buyurdular.
-“El-hükmü lillah. Ben de şehit olurum” dedim. Bu sözüm üzerine;
-“Adam sen de!.. Rahim atar, toprak yutar” buyurdular. Ve
-“Ne yapsak bu söylemeyecek. İnat ediyor. İçerideki odaya götürün de Reis Efendi biraz nasihat etsin” diye buyurmaları üzerine beni camlı odaya götürdüler.
Odada Sururi Efendi, Latif Bey, Mehmed Efendi ve adliyeden de iki memur vardı. Ben odaya girdiğimde önlerindeki birçok evrak vardı ve onların tanzimiyle meşgul idiler. Padişahın iradesi yönünde Sururi Bey bana nasihate başladı. Ben hastalığımdan dolayı takatsizliğim nedeniyle ayakta durmaya tahammülüm olmadığından oturdum. Sururi Efendi;
-“Baksana şuna, otur demeden oturdu” demesine, hasta olduğumu söyledim. Sururi Efendi arzularına göre ifade vermem için nasihat yollu sözler söyleyip;
-“Nafile!.. Bunun laf anlayacağı yok” demesi üzerine beni ayağa kaldırdılar. Ben ayakta iken Sururi Efendi nasihatlerine devam ederken, Ragıp Bey gelerek:
-“Oğlan!.. Senin hastalığına inandılar mı zannedersin? Sana bakan hekim benim kardeşimdir. Hastalığının aslı yokmuş” dedi. Ben de cevaben;
-“Hastalığım Cenabı Allah’a malumdur” dedim. Onlar bu tarzda sorgular ben de aynı ifademde cevaplar vermeye devam ettikten bir süre sonra beni tekrar Malta Köşkü civarındaki odaya gönderdiler.
*
Yirmi gün süren hastalığım süresince tedavim için çoğunlukla Ragıp Beyin biraderi olan hekim gelirdi. Bir gün yine gelip;
-“Niçin yemiyorsun? Canın ne istiyor?” diye sordu.
-“İştahım yok, canım bir şey istemiyor” cevabını verdim.
-“Yoğurt göndereyim de gayret et ye” deyince ben de;
-“Yoğurt yiyebilirim” dedim.
-“Şimdi bir su göndereceğim, yarım saatte bir fincan iç” diye tembih etti.
Daha sonra yoğurt ile ilaç geldi. Yoğurttan yedim. Çadır köşkünde olduğum vakit Pehlivan Mustafa’nın hastalığında bana verdikleri gibi yoğurtla böyle bir ilaç verdiklerini, bunu içen Mustafa’nın pek fena kusup takatsiz kaldığını Yağcıoğlu Hafız Efendi bana gizlice söylemişti. Hatırladım. Benim de zaten halsiz ve hasta olduğumdan ilacı içmedim. O güne kadar ilaçlar üzerinde ismim yazılı olarak eczane müdür getirirken bu ilaçta ismim yazılı olmadığından iyice şüphelenmiştim. İlacın bir parça tadına baktım ve iki fincanı döktüm. Ertesi günü hekim ilacın içilmediğini görünce:
-“Niye içmedin?” diye sordu. Ben de:
-“ Pek fena halde bulantı verdi. Onun için içemedim” dedim Hekim gülümseyerek kalkıp gitti.[5]
*
Fahri Bey için üç aylık sorgulama süresi bu şekilde işkenceler içinde geçti. Mahkemeye çıkartılmanın yaklaştığı 14 Haziran 1881 Pazar günü Arnavut Ramazan adın birisi onu tıraş etmeye gelir. Üç aydır tıraş olmadığından saç sakal ve tırnakları epey uzamıştır. Bu zaman içerisinde bir de sıtma hastalığına tutulmuş olup iyiden iyiye zayıflamış ve rengi sararmıştır. Tüfekçilere üç aydır tıraş edilmediğini ve tırnaklarının kesilmesine de müsaade edilmediğini;
- “Şimdi ise yarın mahkemede süslü gösterilmek için tıraş ettirilmek istiyorlar. Hayır, tıraş olmam” demiş ise de adı geçen tüfekçiler;
-“Hakkında irade-i şahane vardır. Arkadaşlarınızın hepsi tıraş oldular. Eğer sen tıraş olmazsan zorla ettirirler” dediklerinde;
-“Öyle ya ellerinde bize ne isterlerse yapabilirler” deyip çaresiz adı geçene tıraş olur. Bundan sonraki ikinci tıraşını Ağustosun 13. Perşembe günü Taif kışlasında bir nefer yapmıştır.[6]
(GELECEK YAZI: YOZGATLI MUSTAFA PEHLİVAN’IN İŞKENCE SONUCU SUÇU KABULÜ)
[1] Ahmet Mithat Efendi’nin eseridir.
[2] Abdülhamid’in en büyük ablası Fatma Sultan’ın kocasıdır.
[3] İbretnüma, Sayfa:31-34
[4] Paskalya, Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli yortu. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak mart sonundan nisan sonuna kadar olan dönemdir.
[5] İbretnüma, sh: 37 ye kadar.
[6] İbretnüma, sh: 46