YILDIZ MAHKEMESİ ÖNCESİ YALANCI ŞAHİTLER OLUŞTURULMASI…
İFADELERİN ELE VERDİĞİ MİZANSENLER…
Abdülaziz’in Sarayındaki cariyelerden de Arzıniyaz, Zevkiyâb ve Ebrukeman kalfalar vardı. Üç Haremağası ( Reyhan, Rakım ve Nazif ) arapla bu üç kadın üç günden beri saraydaki Abdülhamid’e mahsus köşklerden, Malta köşküne kapatılmışlardı. Malta Köşküne kapatılanlarla Mabeyinci Ragıp Bey meşgul oluyordu. Arapların ve cariyelerin verdikleri cevaplar heyetin önündeki masa üzerinde duruyordu. Lakin biri de işe yarayacak gibi bir şeyler söylemiş değillerdi.
Hele Abdülaziz’in beşinci veznedarı Arzıniyaz ile Ebrukeman Kalfa… Bunlar Abdülaziz’in kendi kendini öldürdüğünü iddia edip duruyorlardı.
ZEVKİYÂB KALFA
Bunlardan Zevkiyâb, çerağ çıkarılmış (çeyizi yapılıp da evlendirilip gitmiş) bir cariye idi. Evde kocası ve bebeği kalmış, kendisi sorguya getirilmişti. Kadıncağız ürkmüş, korkmuş halde, Mabeyinci Ragıp Bey’in sorgulamada kendisine öğretildiği şekilde ifade vermeye razı edildi.
Zevkiyâb Kalfa ifadesinde, Abdülaziz’in sakalını düzeltmek için makas istediğinde, Valide Sultan’ın izni ile kendisine makası verendi. Ve yine talebi üzerine kendisine Kur’an-ı Kerim vermişti. Abdülaziz intihar etmeden önce Yusuf Suresini okumuştu.
Daha sonra bu üzeri yaldız kapaklı Kur’an-ı Kerim’i, Pehlivan Mustafa odada sayfalarına kan sıçramış olarak görmüş ve kanları silerek kaldırmıştı.
Zevkiyâb Kalfa, kendisine öğretildiği tarzda Mahkemede, “Sultan Abdülaziz’in dairesinde gürültü peyda olduğunu işiterek ne olduğunu anlamak için pencereye çıktığında, orta boylu, siyah bıyıklı zayıfça bir adamın pencereden atladığını ve bu adam adı geçen Mustafa olduğunu ve adı geçen odaya en evvel kendisinin girdiğini ve Sultan’ın vücudunda hayat eseri bâki olup “Allah, Allah” demekte olduğunu ve başını kolları üzerine alıp kaldırdığında gerek ellerinde ve gerek yüzünde kan olmadığından düşman işi olduğunu anladığını” söyler.
Halbuki Sultan Abdülaziz’in vefatı anında şu Zevkiyâb Kalfa eğer gerçekten gürültü üzerine pencereden baktıysa böyle bir dehşetli saniyede aradan beş sene geçtikten sonra ilk defa göreceği Cezayirli Mustafa’nın eşkâlini nasıl muhafaza eylemiş?
Ve
1- İlk önce odaya girdiğinde bu hâli görmüş ise, muhafızlar tarafından nasıl bırakılmış?
2-Kendisi o zaman 12 yaşında bir çocuk olduğu halde yalnız başına yaralının başını kaldırmaya, elleri ve yüzünü muayeneye nasıl cesaret etmiş?
3- Hiç olmazsa Valide Sultan’a niçin söylememiş?
4- Bu hadiseden sonra bu olayı diğer kadınlara ve cariyelere nasıl açılmamış?
5- Ve bilahare niçin, ne sebeple ilk önce kimlere ihbar etmiştir?[1]
EBRUKEMAN KALFA
Diğer bir kadın, Ebrukeman kalfa da sorgulamada, Sultan Aziz’in Kur’anı istediğinden sual edilince dudu dilli Ebru Keman çıtı pıtı anlatmaya başladı:
-“Okudular efem… Cariyenizden Mushaf istemişlerdi efem… Arzıniyaz Kalfa nöbetteydi efem… Makası Valide Sultandan aldımdı efem… Götürüp verdimdi efem… Allah şahit efem… “
Ragıp Bey genç kadını yakaladığı gibi dışarı çıkardı. Ebrukeman’ın sorgulaması başlamadan bitti.[2]
ARZINİYAZ KALFA
Arzıniyaz Kalfa, Sultan Abdülaziz’in beşinci Haznedarı idi. Anlatımlardan çıkarımlarım sonucu akıllı, dirayetli ve baskın karakterli bir kadın olduğu anlaşılıyor. Arif Oruç’un “Sultan Abdülaziz, Nasıl Hal’ edildi, nasıl intihar etti?”[3] Adlı belgesel roman tarzındaki eserinde bu kadından çokça bahseder. Eserde anlatıldığına göre, Hüseyin Avni Paşa ile kurduğu dostluk o kadar ileridir ki, belli zamanlarla Karagümrük’teki yaşlı bir kadın akrabasının evinde Hüseyin Avni Paşa ile buluşurlardı.
(Bu tarihi belgesel roman tarzındaki anlatım ne yazık ki 30 Mayıs 1876 daki darbeye kadar devam etmiş, okuyucu konunun devamını bekler haldeyken eser darbe ile sona ermektedir. Muhtemelen eserin devamı ikinci cildini yazmaya Arif Oruç’un ya vakti olmadı yahut ömrü vefa etmedi.)
Arzıniyaz Kalfa, ne Zevkiyâb’a ne de Ebrukeman’a benzemiyordu. Onu istedikleri tarafa yönlendirmek kolay değildi. Sorgulamada aynen şunları söyledi:
“Adı geçen Pazar günü Sultan Abdülaziz Efendimiz sakalını düzeltmek için isteyip aldığı makasla kendi kendisini telef etti. Ve yaralanmadan önce Yusuf Suresini tilavet etti. Ve önünde Mushaf-ı Şerif ve adı geçen makas bulundu. O anda gelmiş olan doktorlara da aynı şekilde cevap verdim.”[4]
Arzıniyaz Kalfa birçok baskılara hedef edildi. Hatta Hasan Paşa Konağına getirilip kendisine eziyet de edildi. Hamile olduğu için bu baskılar sonucu bebeğini düşürdü. Buna rağmen yukarıdaki ifadesinden milim sapmamıştır.
Sorgulamada olayı “şahitlendirmek maksadına yönelik” bilgi almak gayesi güdülürken bu defa seyri değiştirilerek, “şerik-i töhmet”[5] edilmiştir. Böylece hakkında lüzum-i muhakemeye karar verilmiştir. Suçlandırılmak istenmiştir açıkçası…
Sonra, aleni Mahkemeye çıkartılması mahzurlu görüldüğünden, İtham heyetince “men-i muhakemesine” (mahkemenin men edilmesine) karar verilmiş ve bir daha isim ve ifadesinden bahsedilmemiştir.[6]
BİR USULSÜZLÜK
Dava şahitlerinden birisi de Rıfat Bey’dir. Hâlbuki sanıklara dağıtılan “Şahitler Pusulası”nda bu isim yoktur. Başsavcılıktaki pusulanın aslında da bu isim yokken sonradan diğer şahitler arasına kurşun kalemle işaret ve bunun da yolsuzluğa mebni tashihi arzu edilmiş… Hâlbuki en son şahidin ismi mahkemenin resmî mührüyle kapatıldığı için dışarıdan isim girilmesi imkânı olmadığından, isim, şöhret ve memuriyetinin diğer kalem ve mürekkeplerle sütun haricinde çıkıntı şeklinde derç edilmiş olduğu hayretle görülmüştür. CMU kanunu gereğince şahitler pusulasında isimleri yazılı olmayan kişilerin yeminli dinlenmesi lazım gelmeyip, bu gibilerin Başkanlık Makamından celple yeminsiz bilgilerine müracaat edilebileceği ve dolayısıyla bunların şahit sıfatında ve ifadelerinin şahitlik hükmünde olmayacağı tasdik edilen işlerden iken Rıfat Bey’in dava şahidi arasına sokuşturulması hem bir suç hem de onun yalancı şahitliğine bir delildir.[7]
YALANCI ŞAHİTLER - HAREM AĞALARI
Harem Ağalarından Reyhan Ağa ifadesinde:
“Ben sabahleyin dairenin yukarı katında dolaşıyordum. Her taraftaki sükûn ve sessizlik dikkatimi çekti. Yukarıdan aşağı giderken Sultan Abdülaziz’in bulunduğu odanın kapısının açık olduğunu gördüm. Kapı yanına yaklaştım. Facianın tesir eden manzarası tecelli etti. Öğrenmek istediğimde; Fahri Bey, Abdülaziz’in omuzlarını tutmuş, Cezayirli Mustafa ile Hacı Mehmed’in her birisi padişahın bir dizi üzerine oturmuş, Pehlivan Mustafa Padişahın kollarıyla uğraşıyor ve elinde kılıç bulunan Ali Bey ve Necip Beyler dahi kapının dışarısında bekliyor idi.
Kanım dondu, aşağıya indim. Tekrar çıktım lakin her şey bitmişti” demiş ve diğer şahit Rakım, kapının açık olduğundan Sultan Abdülaziz’in ol veçhile katledildiğini ve Ali ve Necip Beylerin kapıda beklediklerini Reyhan Ağanın ifadesi dairesinde tekrar etmekle beraber bir de “ Ben aşağıda idim, yukarıya çıkmak istedim Ali Bey, Arap oğlu yukarı çıkma diye beni tehdit eyledi” demiş. Ve İthamiye Heyeti mazbatasında okunduğuna göre katilleri Abdülaziz’in dairesine Fahri beyin soktuğunu söylemiş oluyor.
-Bir padişahın katlini kararlaştırmış cüretkârlar gündüzün üç yüze yakın cariyeler ve bendegânın ayakta olduğu bir zamanda ve kapı açık olarak nasıl bir öldürme fiiline cesaret eder?
-Öldürülen en zayıf ve nahif bir adam olsa bile nasıl sızlanma ve feryatta bulunmaz. Ve bilakis öldürme fiilinin dört kişi tarafından kesintisiz tarzda ika edildiği şu sırada öldürülen yerde nasıl sükût ve sükûnet hükümfermâ olur?
-Kapıda iki zabitin beklediği doğru ise, tasavvurda medhaldâr (dahili) olmayan üç kişi gelip geçerken, hem katillerin girişini ve hem de öldürme fiilin safahatını an’anasıyla (anı anına) nasıl müşahade eder? ---Ve başka başka gelip geçmiş olan üç kişinin ifadesi birbirine harfi harfine ve noktası noktasına nasıl uygun düşer?
-Derhal Valide Sultan’a ve diğerlerine nasıl haber verilmez?
-Ve Heyet-i Vükelânın (Bakanlar Kurulunun) bir saat içinde toplandığında, bunların iştiraki o saat meçhul bulunduğu cihetle, adı geçen üç Harem Ağası ve Zevkiyâb Kalfa’dan velev birisi tarafından niçin ihbar edilmez?
-Zevkiyâb Kalfa’nın talimat dairesinde söylettirildiği zamana kadar dahi şu üç harem ağası nasıl sükût ettiler?
-Her bir ihtimal için hoşgörülü davranalım. Diyelim ki bu harem ağalarının sükûtu, tehdide boyun eğmelerinden doğabilir. Fakat tehdidin zevalinden sonra bunların ağzına kurşun mu akıttılar? Daha ileri gidelim. Bunlar Sultan Murad’dan ve o zamanki Vükelâdan korktular diyelim. Sultan Murad hal’ ve Çırağan’a hapsedildikten ve o zamanki vükelânın nüfuz ve kuvvetleri kırıldıktan sonra bu adamlar niçin beş sene, mühim hadiseyi hem de hayat çevreleri itibariyle kendileri için en mühim bir hadiseyi gizlediler?
-Şu suale cevap verecek varsa meydana çıksın. Belgeli ihbarlara nazaran bu harem ağaları sorgulama esnasında malumatları olmadıklarını beyan etmişler iken, bilahare nasıl olup ta bunların her birisi bülbül gibi ve Mustafa ve Mehmed’in ifadeleri veçhile şehadet ettiler?
-İnsan vicdanı bir koyunun ve bir tavuğun kesilmesinden müteessir olduğu halde, üç harem ağası koca bir Padişahın öldürüldüğünü görür iken kendileri nasıl ses çıkaramadılar?
-Akıl ve mantığa ve beşer iz ’anının havsalasına sığmayan şu ahval, adı geçen şahitlerin yalancı şahit olduğuna delalet etmez mi?
İşin doğrusu bunlar evvelce hakikati söylediler, sonra dayak başladı, gittikçe arttı. Bunlar da dayanamadılar, akıntıya tabi oldular.
-Yine dinlenen şahitler arasında bulunan Duacı Ömer Efendi gasil esnasında Abdülaziz’in sol memesi altında bir yara gördüğünü mahkeme anında haber vermiş ise de işbu ihbarın yalanı yukarıda fennen sabit olduğu gibi gasil esnasında kendisiyle birlikte hazır bulunan Kaymakam Tahir Bey’in şehadetiyle yalanlanmış, bununla beraber kendisinin Hamdi Paşa ve Osman Bey vasıtasıyla Mabeyne davet olunarak o yolda talim ve telkin edildiği Ahmed Celaleddin Bey’in şehadetiyle vuzuha kavuşmuş ve diğer gassal Tahsin Efendi’nin Adliye gazetesinde okunan ifadesiyle çürütülmüş olmak delaletiyle adı geçen efendinin dahi Yalancı Şahit idüğü meydandadır.
-Ve bir de, dava şahitleri arasında bulunup, ifadesi emsali gibi sükût üzere bırakılan Enderûn-i Hümayun hademelerinden Bekir Efendi’nin bugün vermekte olduğu malumata nazaran kendisinin hiçbir şeyden malumatı olmadığı halde sadece Şamdancıbaşılık vaadiyle tama’ edilerek yalan şahitliğine getirilmiş idüğünü söylemekte olmasına nazaran bu dahi yalan şahitliğinin bir başka göstergesidir.[8]
[1] Yıldız Mahkemesini İç yüzü sh: 132
[2] Cumhuriyet Gazetesi, 29 Haziran 1929 “Mithat Paşa’nın Son Seneleri”
[3] Eserin basım tarihi 1928 dir ve Osmanlıcadır. Aynı adla Berikan yayınlarından 2009 yılında Ankara’da latin harfleriyle de basılmıştır.
[4] Yıldız Mahkemesinin İç yüzü sh: 133
[5] Suçlamaya ortak
[6] Yıldız Mahkemesini İç Yüzü sh: 133-134
[7]Yıldız Mahkemesinin İç yüzü sh: 134-135
[8] Yıldız Mahkemesinin İç yüzü sh: 138-139