Efendim bazı meslekler vardır, olmazsa olmazlardandır. Fakat denmiştir ki “Her köye bir kasapla bir gassal lazımdır, sen olma da kim olursa olsun.” Bundan murat, senin elinle bir canlının hayatına son vermek bir de ölü yüzüne bakmayı gerektirmesidir. Denmiştir ki; ölü yüzüne bakmak kişinin ömrünü azaltır. Bunun doğruluğunu bilemem ancak bu halin yani ölü yüzünün hafızadan çabuk gitmediği doğrudur.
Buna benzer bir meslek de, cellatlıktır. Bu makalemizde bu eski mesleğin özelliklerinden bahsedeceğim. Nice vezirler, nice paşalar, nice şahbazlar cellat elinde can verdiler…
CELLAT
Kelime aslen Arapçadır. Batı Türkçesinde hem isim hem de sıfat olarak kullanılır. Asıl anlamı, "idam cezalarını yerine getiren kişi"dir. Mecaz anlamda ise, “merhametsiz, zalim, acımasız, gaddar, kan dökücü” gibi anlamlarda kullanılır.
CELLAT VE CELLAT OCAĞI
1826 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde askeri disiplinle yetiştirilmiş, bir Cellatbaşı'nın denetiminde görev yapan resmi cellatlar vardı. İstanbul’daki cellatların kışlası, Topkapı Sarayı’ndaki Hamlacılar Ocağı (saray kayıkçılarının koğuşları) yakınındaydı. Bu Cellat Ocağı, doğrudan padişaha bağlı olan ve sarayın en yetkili zabitlerinden biri sayılan Bostancıbaşı Ağa’ya bağlıydı. Cellatlar, saraydaki geniş ve önemli bir yapı olan Bostancı Ocaklarından birine bağlıydılar.
Tarih kaynaklarında idam cezalarının infazı anlatılırken bazen "cellat" ya da "bostancı celladı" denmeden sadece “Bostancılar kemend atıp işini tamam etti” gibi cümlelerle karşılaşılır. Yani idam cezalarını infaz edenler daima Cellat Ocağı’ndaki bostancılardı. Bostancı teşkilatı oldukça genişti, ancak diğer bölümlerdeki bostancıların cellatlık görevinde kullanıldığına dair bir bilgi yoktur.
Cellatbaşı’nın yardımcısına “yamak” denirdi. Eğer idamı bizzat cellat başı gerçekleştirecekse, yanına mutlaka yamağını da alırdı. Cellatbaşılar sadece çok önemli kişilerin idamlarını yerine getirirdi. İdam edilenler arasında yalnız yeniçeriler, kendi arkadaşları tarafından öldürülürdü.
Cellatbaşı da dâhil olmak üzere, tüm cellatlar istisnasız olarak Hırvat kökenli ya da Kıpti (çingene) dönmesi olurdu. İdam fermanı önce Bostancıbaşı’ya verilirdi. Mahkûm çok önemli biri değilse, Bostancıbaşı infaza katılmazdı.
Cellatlar yalnızca idam cezalarını uygulamakla kalmaz, aynı zamanda tutuklulara işkence yaparak itirafta bulunmalarını sağlamakla da görevliydiler. Cellat Ocağı'nda bu amaçla kullanılan tüyler ürpertici işkence aletleri bulunurdu.
İdam Şekilleri
İdam cezaları, ya doğrudan infaz (adi infaz) ya da işkenceyle infaz şeklinde olurdu. Eğer işkenceli idam kararı varsa, fermanın içinde işkencenin nasıl yapılacağı da belirtilirdi. Adi infazın üç türü vardı:
İşkenceli İdam Şekilleri
Önce elleri ve ayakları kırılır, sonra kulakları ve burnu kesilerek başı vurulurdu.
Göğüs ve sırt derisi yüzüldükten sonra başı kesilirdi.
Kazığa oturtma.
Çengele asma.
Çarmıha yüzüstü bağlayıp kalçalar ve omuzlar bıçakla oyulur, buralara mum dikilerek şehirde deve üzerinde dolaştırılır, ardından başı kesilirdi.
Siyasi mahkûmların boğulduktan sonra başları kesilir, Babıâli önündeki “ibret taşı”na konularak halka teşhir edilirdi.
Cellatların Uyguladığı İşkenceler
Tutuklulardan bilgi almak için uyguladıkları işkenceler arasında şunlar vardı:
Baş tamamen kazındıktan sonra, ateşte kızdırılmış demir bir tasın başa geçirilmesi.
Deri yüzmek.
Cımbızla sinir çekmek.
Kaynar suya daldırıp ardından soğuk suya sokmak, sonra tekrar kaynar suya sokmak.
Vücudu demir telle tırmalamak.
Tırnak ve diş sökmek.
İdam Süreci ve Uygulama Usulleri
Bir devlet adamı idama mahkûm edilince, ferman Bostancıbaşı tarafından hürmetle eteği öptürülerek kendisine bildirilirdi. Ardından kendisine abdest alıp iki rekât namaz kılmasına izin verilirdi. Bu tür bildirimler genelde metanetle karşılanırdı. Örneğin, Viyana bozgunundan sonra Belgrad’da idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, namazını kıldıktan sonra, “Vücudum toprağa değmesin,” diyerek odadaki kilimleri toplatmış, sakalını kendi eliyle kaldırarak celladın kemendi geçirmesine yardım etmiş ve “Sanatını ustalıkla yap!” demiştir.
Taşrada idam edilen siyasi mahkûmların başları kesildikten sonra bozulmamaları için içine bal doldurulmuş kıl torbalara konur, cellat tarafından İstanbul’a getirilirdi. İstanbul’da yıkandıktan sonra halka gösterilir ve sonra defnedilirdi.
Osmanlı Tarihinde Meşhur Cellatlar
Osmanlı tarihinde en ünlü cellatlar, 17. yüzyılda görev yapan Cellatbaşı Kara Ali, onun yardımcısı Hammal Ali ve sonrasında başcellat olan Süleyman’dır.
CELLAT ÇEŞMESİ
Topkapı Sarayı’nda, Bab-ı Hümayun ile Babüsselam (Orta Kapı) arasındaki Birinci Avlu denilen meydanda, Babüsselam’a yaklaşırken sağ taraftaki duvar önünde bulunan çeşmedir. Bu çeşmenin önünde sütun şeklinde bir taş bulunur; adı “İbret Taşı”dır. Hem çeşme hem de taş, geçmişin kanlı hatıralarını taşır.
Bu taşın üstünde, cellat satırıyla başı kesilen ya da boğulduktan sonra başı gövdesinden ayrılan binlerce kişinin kesik başı teşhir edilmiştir. Cellatlar, satır, bıçak ve usturalarındaki kanı bu çeşmede yıkarlardı.
Günümüzde çeşmenin musluğu koparılmış, bazı yerleri kırılmış, harap durumdadır.
CELLAT ÇEŞMESİ YANGINI
Hicri 1315 (Miladi 1898) yılında Kurban Bayramı gecesi Aksaray’da Cellat Çeşmesi civarında çıkan yangın, alev bakımından büyük bir afet olmasa da trajik bir olaya sebep olmuştur.
Galata Mengene Sandığı’nın ünlü tulumbacılarından İnce Arab, Hidayet ve Kürd Bahadır adındaki iki meslektaşıyla birlikte yıkılan bir duvarın altında kalarak hayatlarını kaybetmişlerdir.
CELLAT ÇEŞMESİ YANGINI DESTANI
Bu yangın, İstanbul’un eski mahalle tulumbacı hayatını anlatan destanlardan birine konu olmuştur. Destan, Hicri 1315 yılı Kurban Bayramı gecesi Aksaray’daki yangında hayatını kaybeden Galatalı tulumbacı İnce Arab adına, Kanlıca Sandığı reisi Hüseyin Reis tarafından yazılmıştır. Destan, İnce Arab’ın ağzından 18 kıta hâlinde kaleme alınmıştır.
Hüseyin Reis, 1950 yılında hâlâ hayattaydı ve yetmiş yaşını geçmişti. Destanın son kıtası şöyledir:
Kesilmiş dünyadan dâne-i nimet
Sene bin üç yüz on beşte eyledik rıhlet
Bizim ahvalimizi guş etti millet
Böyle dilden dile destâne düştük.
(Anlamı:
Bu dünyadan nasibimiz kesildi,
1315 yılında göçtük bu hayattan.
Millet bizim hâlimizi duydu,
Böylece dilden dile destan olduk.)
CELLAD MEZADI – İBRETLİK BİR HİKÂYE
Bir mahkûm cellada teslim edildiğinde, üzerindeki elbiseler ve eşyalar cellatlara ait olurdu. Bu eşyalar toplanır ve yılda bir ya da iki defa büyük bir açık artırmayla satılırdı. Elde edilen gelir cellatlar arasında paylaştırılırdı. Bu satışlara "cellat mezadı" denirdi. Bu mezatlarda genellikle çok değerli eşyalar bulunurdu; ancak bu eşyaların sahipleri cellat elinde can verdikleri için uğursuz sayılır, gerçek değerlerinin çok altında fiyatlara satılırlardı. Fakat cellat mezadından bir şey satın almak da herkesin cesaret edebileceği bir şey değildi.
Bazı devlet adamları ya da zengin kişiler, celladın pençesine düşmeden önce üzerlerindeki kıymetli kürkleri, yüzükleri, saatleri, keselerini çıkarır ve orada bulunanlara "Beni hatırlarsınız, bir Fatiha okursunuz!" diyerek hediye ederlerdi. Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi, cellat mezadı ve uğursuz eşya hakkında son derece dikkat çekici bir hikâye anlatır.
İstanbul'da Atatürk Bulvarı üzerindeki Bozdoğan Kemeri’nin hemen yanında bulunan ve sonradan Belediye Müzesi yapılan güzel medresenin banisi, 16. yüzyıl sonlarında saray ileri gelenlerinden Kapı Ağası Gazanfer Ağa’dır. Padişah III. Murad üzerindeki büyük nüfuzuyla rüşvetle büyük bir servet edinmişti. O zamanlar İstanbul’da Rasim Ağa adında meşhur bir saatçi ve kuyumcu vardı; gerçekten büyük bir sanatkârdı. Gazanfer Ağa, bu adama çok kıymetli elmaslarla süslenmiş altın bir koyun saati (cebe değil, göğüste taşınan daha büyük bir saat) yaptırmıştı; saatin değerli taşlarını da kendisi vermişti.
Gazanfer Ağa bir askerî darbe sonucu cellada verildiğinde, bu meşhur altın saat koynundan çıkmış, celladın eline geçmişti. Cellatlar, başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat düzenlediler. Saati, "Tırnakçı" lakaplı Hasan Paşa satın aldı.
Fakat çok geçmeden Tırnakçı Hasan Paşa da idam edildi. Saat yine cellat mezadına düştü. Bu kez saati Kasım Paşa oldukça ucuza satın aldı.
Aradan bir iki ay bile geçmeden, Kasım Paşa da cellada verildi. Saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü kez cellat mezadına düştü. Bu sefer Gazanfer Ağa'nın uğursuz saati Sadrazam Derviş Paşa tarafından satın alındı ve küçük kardeşine hediye edildi. Tarih kaynakları bu kişinin adını yazmaz; çok genç yaşta, yani henüz bıyığı terlememiş bir delikanlı iken Sadrazamın himayesiyle Eğriboz Sancak Beyliği’ne atandığı için “Civan Bey” lakabı takılmış, adı unutulmuştur.
Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi, Civan Bey ile Eğriboz’da denizin üzerine kurulmuş konakta, salaş bir terasta sohbet ediyorlarmış. Söz saatten açılmış. İbrahim Efendi’nin de saatlere ilgisi varmış. Civan Bey, koynundan elmaslarla süslenmiş bir saat çıkararak müverrihe göstermiş.
İbrahim Efendi, “Ömrümde bu kadar güzel bir saat görmedim!” deyince, Civan Bey de o güzel ve kıymetli saatin başından geçenleri anlatmış.
Peçevî, elindeki saati hemen bırakmış ve “Böyle uğursuz bir saati insan düşmanına bile vermez. Paşa nasıl olur da size bunu hediye etmiş?” demiş. Bu söz Civan Bey’i çok etkilemiş; hemen hançerini çıkararak saatin elmaslarını sökmüş, bir çekiçle çarklarını kırmış ve saati denize fırlatmış.
Saatin parıltısı hâlâ denizin dibinde görünüyormuş; Civan Bey ile İbrahim Efendi terasta oturuyorlarmış. O sırada bir atlı gelmiş ve Civan Bey’e görevinden azledildiğini bildirmiş. Civan Bey şaşırmış: “Azledilmemi gerektirecek bir şey yapmadım ki…” demiş. Gelen görevli şu cevabı vermiş:
“Beyim… Beyim! Derviş Paşa idam edildi. Sizin de idamınız için ferman çıktı, bostancılarla birlikte gönderildi. Ancak şefaatçileriniz araya girip yardım ettiler; ikinci bir ferman çıkarıldı. Ben o fermanla gönderildim ve sizi öldürmeye gelen görevlilere yarım saat önce yetişebildim!”
*
CELLAD MEZARLIĞI
Eyyubda, Karyağdı Bayırının arkalarında münferide ve zamanımızda metruk bir mezarlık idi. Dört köşe köfeki taşından ve hemen hepsi gayet iri, 1,70 - 1,90 metre boyunda kabir şahidelerinin hepsi yazısızdır. Bu mezarlık toplum ahlakının en asil örneklerinden biri olarak son derecede şayanı dikkatdir; cana kıymış bir caniyi, idam ile ölümünden sonra cesedini mezarlığına kabul eden cemiyetimiz, resmi bir görev de olsa, bir ücret karşılığı adam boğan veya kesen celladın ölüsünü mezarlıklarına kabul etmemiş, onlara ayrı bir mezarlık yapmışdır.
1950 den sonra İstanbul Ansiklopedisi adına bu Cellat Mezarlığına gitmek imkânı bulunamadı.
O tarihden bu yana İstanbul'da şehir dışında alabildiğine geniş iskân faaliyeti olmuş, yeni yeni isimlerle adeta köyler, kasabalar kurulmuşdur; Eyyubun arkasında Karyağdı Bayırı ve dolaylarında da Taşlıtarla kasabası kurulmuşdur; bu arada Cellat Mezarlığı da kaldırılmış ise cemiyet tarihimiz bakımından büyük kayıpdır.
(İşbu makale Reşat Ekrem Koçu’nun 1963 te yayınlanan “İstanbul Ansiklopedisi’adlı eserinin 6. Cildinin 3426-3429. Sayfalarından faydalanılarak hazırlanmıştır.)