Üç gram ruh, üzerine bir miktar et bürünüyor. Sonra rengiydi, diniydi, cinsiydi, coğrafyasıydı derken türlü bahanelerle sınıflandır da sınıflandır. Büyük anlamlar yükletiyor bunlarda dünyaya, evrene dair. Peşi sıra büyük sevinçler ve üzüntüler çıkageliyor. Çıkıp giden üç gram ile hepsi yalan oluyor.
Hayat, insan hayatının “ne” olduğu sorusunu yanıtlamak sadece tartışma konusu meydana getirir ve ancak tartışılabilir.
Bazı yazarlar, yüzeysel bir düşünce tarzı ile, onu hiçbir zaman göremediğimiz için “hayat” diye bir şeyin olmadığını ileri sürerler. “Yaşamak” fiili çok genel bir eylemi gösterdiği için, her bir canlının aslında farklı bir yaşam lügatı vardır.
Diğer yandan hiçbir hayat, tamamen yeniden, yoktan var olmaz denir. Hayat, bir nesilden diğer bir nesile aktarılan bir “şey”dir.
Zaten yer yüzünde yaklaşık 3,5 milyar yıldan beri hayat vardır ve her bir embryo aslında bir öncekinin devamıdır, fakat genleri farklıdır. Fiziksel olarak yaşam başlangıcı; yumurta ile spermatosit birleştikten sonra oluşan döllenmiş hücre, fallop tüplerinde ilerlerken bir yandan da mitoza uğrar ve hücreleri oluşturur. Hücrenin oluşmasından 1-3 gün sonra, önce 2, sonra 4 hücre oluşur. Bunlar, farklılaşmamış hücre toplulukları olmalarına rağmen, bölünmeler ilerledikçe önce 2 tabaka oluşur ve 5. günde dış tabaka ile uterus duvarına yapışırlar ve birkaç gün sonra da oluşum tamamlanmış olur. Bu ilk 5-6 günlük dönemde, sağlıklı hücrelerin genetik tanısı mümkündür. Bu hücreler, embryoyu oluşturacak spesifik farklılaşmayı henüz tamamlamadıkları için, pre-embryo olarak adlandırılırlarken, 16. günden sonra ise embryo adını alırlar.
Biyolojik açıdan bakılacak olursak, karmaşık bir sistem görüntüsü sunan hayatın başlangıcını irdelerken hangi hayattan bahsettiğimizi netleştirmemiz gerekir.
Bu hayat, bir hücrenin, bir organizmanın, bir toplumun veya bir türün hayatı olabilir. İnsan hücreleri ve insan türü, ilk insandan itibaren yeryüzünde mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında, insan hayatı, bireysel bile olsa aslında yeniden başlamamakta, veya hiç sonlanmamakta ve daha önce mevcut bir hayatın devamı şeklinde devam etmektedir. Bu anlamda hayatın sonlanması demek, yer yüzünde insan neslinin sonlanması anlamına gelecektir. Yani sonlanma diye bir tabir aslında yok mudur?.
Spesifik olarak konuyu biraz daha açacak olursak; hayatın sonlanması, beyin aktivitesinin sonlanması olarak kabul edilir. “Beyin ölümü” gerçekleşmiş kişinin, tekrar eski fonksiyonlarına dönemeyeceği varsayılır ve hatta, organ nakli için beyin ölümünün gerçekleşmiş olması yeterli sayılır.
O zaman acaba hayat, beyin aktivitesinin başlaması ile mi başlamaktadır? Buradan bakıldığında, hayatın başlangıcını saptamak, ancak teknoloji ile mümkün gözükmektedir.
Yakın zamanlara kadar, fetusun belirlenmesi sınırının 1000 gram veya 28 gebelik haftası olduğu varsayılırdı. Teknolojide meydana gelen gelişmeler ile belirlenme sınırı 500 gram ve 22 haftaya kadar inmiştir. Daha küçük ve daha erken doğan fetuslar, “doğum” olarak kabul edilmez, “düşük” olarak kabul edilirler. Ancak, elektronik ve ultrasonografik teknolojide meydana gelen ilerlemeler ile, çok daha erken dönemlerde, beyin aktivitesi ve kalp aktiviteleri tespit edilebilmektedir. Dahası, ileri teknoloji desteği ile, anne karnındaki ortama yakın bir ortam sağlanarak bu fetuslar dış ortamda da (yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde) yaşatılabilmektedir. Dolayısıyla, hayat ve doğum sınırlarını çizen, etik ve moral değerler değil, teknolojik gelişmeler olmaktadır. Diğer bir deyişle, teknoloji geliştikçe, hayat daha erken başlamaktadır,Ve daha uzun sürmektedir.
Diğer yandan, bazı bilim adamları ve düşünürler, kişiliğin, doğumdan çok önce, yumurtanın döllenmesi ile başladığını öne sürerler. Bu görüşe göre, bireysel insan hayatı, tek hücreli yumurtanın oluşmasıyla başlar, çünkü bu yumurtanın genetik özellikleri ve tek olması, normal bir gelişme sırasında değişmez. Zigot, zaman geçtikçe embriyo, fetus, çocuk ve erişkin haline dönüşebilme kapasitesine sahip olduğundan, tam bir insan bireyidir. Bu açıdan, zigot ile fetus veya çocuk arasında hiçbir fark yoktur. Zigot, ontolojik olarak ayrı bir kişiliğe sahiptir ve herkesten ayrı genetik yapısı tam bir birey oluşturmak üzere yönlendirilmiştir. Bu yüzden, bireysel insan hayatının başlangıç noktası olarak zigot kabul edilebilir.
Bu görüşe karşı olan görüşler de vardır. Bu görüşlere göre, embriyo oluşmadan önceki hücre topluluğu, birbiriyle yalnızca temas halinde bulunan, organize olmamış bir hücre yumağından başka bir şey değildir ve 14. günde embryo oluşmadan da fetusun oluşacağı garanti değildir. Aslında, döllenmiş yumurta hücresindeki DNA, vücuttaki diğer tüm hücreler içinde de vardır. Tek tek bu canlı hücrelerin yaşama hakkından söz edilmez iken, bir bütün olarak kişinin yaşama hakkından söz edilmesinin nedeni nedir? Dahası, her gün elimizi ve yüzümüzü yıkarken kaybettiğimiz binlerce hücrenin yaşama hakkından hiç söz ediyor muyuz? Peki o zaman, embriyo dönemindeki bu hücreler üzerinde araştırma yapma özgürlüğüne sahip miyiz? Kök hücre çalışmalarının temelini oluşturan bu hücreler üzerinde istediğimiz manipülasyonu yapabilir miyiz? Yoksa bunlar da “saygı gösterilmesi” gereken hücreler midir? Etik ve ahlaki değerlerimiz bu konuda içimizi ne kadar rahatlatmaktadır?
Diğer yandan, embriyo, ikiz ve daha fazla çoğul fetus halinde de gelişebileceği için, bu dönemde tek bir kişilik olarak ele alınması doğru değildir. Hatta embryonun insan türüne ait olabilmesi için uterusa bağlı olması gerekir ve ancak bu evreden sonra bir kişilik kazanabilir. Döllenmeden sonraki bu 3 haftalık dönemde zigot ve ürünleri sıvı fazda bulunurlar ve fiziki bir birey veya kişi olarak kabul edilmeleri olanaksızdır. Dahası, döllenmeden sonra gelişen varlık bir tümör veya mol hidatiform olabilir ve bunlar da insan bireyi olarak kabul edilmezler. Dolayısıyla, döllenmeden meydana gelen bütün canlı hücreler, gelişmekte olan bir insan bireyini işaret etmeyebilir.
Hayat hakkında en çok söz söyleyen disiplinlerden birisi de dindir. “İnsan neden dünyaya gelir?” sorusu, felsefeciler, din adamları ve değişik bilim adamları tarafından yanıtlanmaya çalışılmıştır. Çağdaş bilim, olayların nedenini açıklamaktan ziyade, nasıl meydana geldiğini açıklamaya çalışır. Burada bilimle din çatışmasından ziyade, her ikisinin de kendi alanları içinde çalışmalarına ve kendi doğrularını bulmalarına izin verilmesi gerekir. Sonuçta hepsi de, aynı insanoğlunun tek bir kültürünün değişik yönlerini temsil etmektedir.
Anlayacağınız tam anlamıyla terimleri açamıyor, anlayamıyoruz. Tabi daha tatmin edici yorumları olanları sahneye davet ediyoruz.