Yazan: Meryem Aktaş
Bayrampaşa’nın dar ve sıcak sokaklarından Silivri’nin soğuk koridorlarına uzanan o ince sızı, bugün 100. gününe bastı. Takvimler ilerliyor, ama Hasan Hoca’nın o vakur duruşu, sanki zamanı durdurmuş gibi taptaze duruyordu.
Bayrampaşa’nın dar ve sıcak sokaklarında sabah ezanı okunurken, alışılmışın dışında bir sessizlik vardı. Oysa o sokaklar, "Hasan Hoca"nın adımlarını ezbere bilirdi. Esnafın dükkânını açarken aldığı selamı, bir emeklinin parktaki çay sohbetini, bir gencin omzuna dokunan o güven veren eli özlemişti ilçe. Bugün, o emin adımların Bayrampaşa’dan koparılıp Silivri’nin soğuk koridorlarına hapsedilişinin tam 100. günüydü.
Hasan Hoca, hücresindeki küçük masasında, rantçıların iştahını kesmek uğruna yıktırdığı o kaçak kafeyi, kurulan tuzakları, atılan iftiraları, söylenen yalanları düşündü. O gün kepçeler beton yığınına her vuruşunda, aslında birilerinin kirli tezgahına darbe indiriyordu. Biliyordu; o kafe yıkılmasaydı, o rant kapıları açılsaydı bugün bu çileli dünya, bu loş hücre yerine, hür olabilirdi. Ama o zaman "Hasan Hoca" olamazdı.
Ancak onu asıl yaralayan, o soğuk duvarlar ya da haksız suçlamalar değildi. Onu asıl inciten; zamanında elinden tuttuğu, makam ve imkân verdiği, sofrasında ekmeğini böldüğü insanların vefasızlığıydı. Kumpasın taşlarını döşeyenlerin, bir zamanlar "Hocam" diye önünde eğilenler olduğunu görmek, demir kapılardan daha ağırdı. İftiralar ve yalanlar, dışarıdaki düşmandan değil, içerideki "dost" görünümlü gölgelerden gelmişti. "Biz onlara gönlümüzü açtık, onlar bize kuyu kazdı," diye geçirdi içinden. Ama öfke değil, derin bir teessür vardı yüreğinde. Çünkü o biliyordu ki; ihanet sadece sahibini kirletirdi.
Gözlerini kapattığında, burnuna Silivri’nin rutubeti değil, hayat arkadaşı Safiye Hanım’ın ev kokusu geliyordu. Safiye Hanım, 100 gündür Bayrampaşa’da bir kale gibi dimdik duruyor, eşinin yokluğunu hissettirmemek için her sabah aynı vakur duruşla güne başlıyordu. Hasan Hoca’nın en büyük güç kaynağı, onun o sessiz ama sarsılmaz desteğiydi.
Avukat kızı Nazlı, sadece bir evlat değil, aynı zamanda babasının adalet arayışındaki keskin kılıcıydı. Cezaevinin soğuk odasında bulunan masanın başında babasına bakarken, sesi bir hukukçunun kararlılığıyla yankılandı: — "Babacığım, hazırladığımız her dilekçe senin masumiyetinin mührüdür. En çok da senin ekmeğini yiyenlerin yalanları canımızı yakıyor. Başını bir an bile eğme." Hasan Hoca, camın arkasından kızına gülümsedi: — "Kızım, benim başım ancak secdede eğilir. Kızım, kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz. Onlar bugün yalanın sofrasında doya dursunlar, biz hakikatin açlığına razıyız. Dışarıdaki o rant çetesine söyle; biz bu bedeli öderiz ama bu halkın hakkını onlara yedirmeyiz. Sen adaleti savun, gerisi Allah’ın takdiri."
Hemen yanlarında, babasının neden orada olduğunu tam kavrayamayan oğlu Bahri vardı. Elini cama yaslayıp sordu: — "Baba, dürüstleri herkes sever demişti öğretmenim. Seni neden sevmiyorlar?" Hasan Hoca, boğazı düğümlenerek cevap verdi: — "Oğlum, dürüstlüğü herkes sever ama herkes taşıyamaz. Biz taşıdığımız için buradayız."
Dışarıda ise vefasızlık olduğu kadar vefayı bir semt görmeyenlerin vefası bir sancak gibi dalgalanıyordu. Hele ki Gazeteci Mehmet Bey, bu vefasızlığı köşesine en sert haliyle taşıyordu:
"Bazıları sadece makamı, bazıları ise sadece insanı sever. Hasan Hoca’nın imkân verip büyüttüğü nankörler bugün susabilir, hatta yalan kervanına katılabilir. Ama tarih, bu dönemi yazarken sadece haksızlığı değil, bu korkunç vefasızlığı da kaydedecek. Onlar unutsun, biz unutmayacağız: Tarih, lüks odalarda rant kovalayanları değil; halkın hakkını korumak için Silivri’nin soğuk koğuşlarını göze alan Hasan Hocaları yazacak. Onlar, bu dönemin çile çeken kahramanlarıdır. Bu 100 günlük esaret, aslında bir haysiyet madalyasıdır."
Hasan Hoca, torunlarının hayaliyle ısındı. Biliyordu ki yalanın ömrü kısa, hakikatin güneşi her zaman daha parlaktı.
O küçücük hücresinde, oturduğu masasında ufak notlarla hayallerini ve düşüncelerinin yazan Bayrampaşa’nın Hasan Hocası ayağa kalktı küçük atımlarla dar alanda adımlamaya başladı. Bir taraftan da düşüncelere dalıp, bir kentin vicdanı ve ranta, yalanlara, iftiralara, vefasızlıklara karşı eğilmeyen bir adaletin simgesi olarak orada olduğunu düşündü. Geçen 100. gününde de dimdik durduğunu hissetti. “Beterin beteri var derler, bunda da bir hayır vardır” diye şükretti.
İstanbul
21.12.2025